İnsanlığın Seyfi Dursunoğlu'su Türkiye’nin Huysuz Virjin’i, benim canım Seyfi Amcam!
“Senin kalemin tam bir Huysuz Virjin!” demişti bana rahmetli Aziz Nesin.
Tatsızım.
İlk defa zorlanarak oturdum yazımın başına. Tadım hiç yok. İlerleyen satırlarda açılırım inşallah.
Acım derin. Acımız derin. Türkiye için öylesine büyük bir değeri daha yitirdik ki; ancak benim anımda, hatıramda değeri kat kat büyük...
Çocukluk yıllarıma, genç kızlık çağlarıma dayalı…
17 Temmuz 2020’de kaybettiğimiz muhteşem bir sanatçı, harika bir insan, gerçek adıyla Seyfettin Dursun, bilinen adıyla Seyfi Dursunoğlu, nam-ı diğer, huysuzluğun en çok yakıştığı Huysuz Virjin!
Bir kültür insanını yitirdik. Renkli bir kişilik, disiplinli bir yaşam, tıbba sunulmuş bir beden, Çağdaş Yaşam’a adanmış mal varlığı... Kelime haznem zengin de olsa, O’nu anlatmaya yetişebileceğimi sanmıyorum. Di’li geçmiş zamanla anlatmak çok ağırıma gitse de, buna tüm gücümle gayret edeceğim.
O, Türkiye’nin çok sevdiği Huysuz Virjin tiplemesinin yaratıcısı, sanatçı, kantocu, sunucu, eğlence sektöründe konum olarak “tek”, yeri dolmaz, dolmayacak bir derya, bir kültür, bir değerdi. Cesaretti O. Özgürlüktü. Uygardı, aydındı. Görgülü ve kültürlüydü. Duygulu, naif, insan halinden anlayan, yardımsever, hümanist ve asildi. Kibar, doğal ve titizdi. Farklı, rengârenk ve entelektüeldi.
Zekiydi. Kıvrak zeki üstelik! Stildi. Birçok alanda simgeydi O. Ve çok insan’dı, dilinden de, yüreğinden de bal damlardı.
Acı haberi Cuma günü sosyal medya koçum Cin Ozzy adıyla bilinen Oğuzhan Türkoğlu’ndan alarak sarsıldım. Çalışmamla ilgili çıktı almak üzere fotokopi merkezine gitmekteydim. Aracımı sağa çekip kendimi toplamaya çalıştım. Akabinde sanatçı dostum Onur Akay aradı. Doğru dürüst konuşamadım bile. Üç gün oldu, hala sersemlemişliğim geçmiş değil. Çocukluğumu ya da yakınlığımı bilen dost ve arkadaşlarım tarafından başsağlığı için durmadan aranıyorum. Hepsine çok teşekkür ederim.
Aslında hemen her gün birkaç videosunu izlesem de, ölüm haberi ile sarsıldığım andan beri yetmişli, seksenli yıllarıma gittim. Sekiz, dokuz, on üç, on beş, on altı, tüm yaşlarımdayım. Bir ara epeyce büyüyüp tam otuz sekizime ve kırk üçüme gittim. Seyfi amcayla olan anılarıma... O yıllarda da Huysuz Virjin’di, ama ben O’nu Seyfi amca olarak tanıdım. Şansıma, O benim hep Seyfi amcamdı.
Yıllarca görmediğim, sadece ekranlardan, basından takip ettiğim zamanlarda bile, o benim hep Seyfi amcamdı. Çok özeldi. Şu anda bir köşe yazarı değil, o yılların kız çocuğu, genç kızı Ülkü’nün kalbiyle, hafızasıyla devam ediyorum satırlarıma...
Bilenler bilir, hatırlayanlar hatırlar ki, 2018 yılında Onur Akay’a özel açıklamalar yaptığım röportajda çocukluk yıllarımın Seyfi Dursunoğlu, Müjdat Gezen, Aziz Nesin, Kandemir Konduk, Sadık Şendil’lerle geçtiğinden bahsetmiştim. Havasını yapmak için değildi ama. Ne kadar şanslı olduğumu anlatmak istemiştim. Ve alt yapımın şekillenme sebebini ifade etmeye çalışmıştım.
Bu değerli isimlerin bir nevi okulum olduğunu dile getirmiştim. Aslında bu büyük değerlerden mezundum ben. Her biri ayrı ayrı birer değer. Hiçbirinin yeri dolmaz, doldurulamaz. Ne yazık ki bazıları bu dünyadan göç etti. Ama göçleri sadece bu dünyadan! Ne yürekten göç ettiler ne hafızalardan! O kadar kıymetliler!
Şimdi de canım Seyfi amcam bırakıp gitti sevenlerini. (Yüreğim sızlıyor. Üç gündür kendime gelemiyorum. Yanıyorum.) Nur içinde yatsınlar. Kalanlar inşallah daha uzun yıllar yaşar. Korkuyorum yitirmekten. Hem de çok korkuyorum. Yitmekten değil, ama yitirmekten korkuyorum. Şimdi kalbim Müjdat amca, İbrahim Bey için pır pır. Onlar da gitmesin. Çocukluğum ölüyor...
Dedim ya, iki gündür yetmişli, seksenli yıllardayım. Benimle birlikte birkaç satırlığına o yıllarıma gelir misiniz? Hadi sizleri alıp o zamana götüreyim...
Alice miydi harikalar diyarındaki o kız? İyi; Ülkü Gözen Stewart da anılar diyarında...
Belli bir sıralamada anlatmayacağım; aklıma geldiği gibi, dağınık, ama hissettiğim gibi...
- Aşure dendi mi aklıma Seyfi amcam gelir. Çok severdi aşureyi. Ama özellikle anneannemin aşuresini…
Çocuk da olsam komşuluk kültürünü güzel ve doyasıya yaşadım. Kaliteliydi. Bir özlemim de budur geçmişe. Cihangir’de İsmail Dümbüllü sokak, Güreli apartmanındaki komşuluğu yıllar sonra Beylikdüzü’nde tanıdığım Ayşe ablamın dışında hiç kimsede ne buldum ne gördüm. Sokağımızın ismini de Müjdat Gezen vermişti. On daireli bir apartmandı bizim Güreli. Herkesin herkesi çok yakından tanıdığı, iç içe olduğu bir apartmandı. Muharrem aylarında her daire birbirine aşuresini dağıtırdı. Yapanlar tabii. Seyfi amca altı numaralı dairede tek başına oturuyordu. Ama yalnız ve mutsuz değildi, sakın öyle sanılmasın. Yalnızlık O’nun kendi tercihiydi. Mutluydu. Komşu olarak harika bir insandı. O zaman da çok ünlüydü ve yabani, soğuk, burnu havada falan değildi asla. Efendi ve çok samimiydi. Sıcaktı. Ve hep komikti. Hem de çok komik.
Bilirsiniz, aşureler yapıldı mı kâselere konur, konu komşuya da mutlaka dağıtılırdı. Hele ki bizim Güreli’de! Yalnız yaşadığı için anneannem Seyfi amcanın hakkını küçük bir kâseye koyarak benimle yollamıştı. Çaldım kapısını. Her zamanki güler yüzüyle açıp, tüm nezaketiyle teşekkür ederek aldı aşuresini.
Beş dakika geçmemişti ki Seyfi amcanın yerine Huysuz Virjin bizim kata inip “Bir kişiyim diye bir kâseyle beni nasıl geçiştirirsiniz! Tam benim sevdiğim gibi olmuş.
Çabuk bana biraz daha aşure koyun!” diye yaygarayı koparttı! Nelerdi, yine tam olarak hatırlayamayacağım, ama içinde bazı malzemeleri kullanmazdı anneannem ve tam da o malzemelerin olmadığı aşurenin aynısını yaparmış annesi de. O yüzden bayılmıştı anneannemin aşuresine. Bir yandan mest olsa da, diğer yandan çok üzülmüştü anneannem. Nasıl olur da bir gıdım koyup gönderdi diye yiyip bitirmişti kendini.
Derhal birkaç kâse daha aşure verdi. Çok memnun olmuştu Seyfi amca. Ve o yıldan sonra her yıl O’na kocaman bir kâsede aşure gönderdi anneannem. Bilirdik kâsenin boyutundan onun Seyfi amcanın aşuresi olduğunu.
Bizim apartmandan Çengelköy’e taşınıncaya dek O’nun aşuresi ayrı hazırlanırdı.
- Üst katımızda iki kızı ve bir torunuyla Lale teyze otururdu. Rahmetli de sevgiyle andığım özel bir büyüğümdür. Masmavi gözleri vardı. Güngörmüş bir kadındı. Torunu da Cem Özer’in ilk karısı Selin Dilmen’dir. Bir yaş büyüğümdür Selin. Samimiydik. Ama işte yıllar, konular uzaklaştırıyor bazen. İyi kızdır o da. Seyfi amca çok sık giderdi onların dairesine. Apartmanda en samimi oldukları onlardı.
Sonra da benim ailem. Haftada üç gün onların dairesine sohbete gidiyorsa, on beş günde bir de bize inerdi. Bir de dört numarada Sabahat teyzemiz vardı. Arada da ona uğrardı. Bu üç daire idi samimi olduğu…
Daire yedide Narin ablamlar otururdu. Onlara gidip gelmezdi, ama koluna bir sepet takıp da kapı kapı dolaşıp artmış yün toplamaya çıktığında onların da kapısını çalardı. “Hanımlar! Görelim bakalım ne kadar kadınsınız! Örgü örüp de arttırdığınız yünleri bir gün bir şeye lazım olur da kullanırım diye kenarınıza mı atıyorsunuz yoksa çöpe mi? İsrafçı mısınız, yoksa artanı değerlendirmeyi bilen misiniz?” diye dikiliverirdi kapılarımıza. Biliyor musunuz; bütün apartman komşularına artık yünlerden battaniye örmeyi öğretmişti. Benim dikişe, örgüye ilgim hiç olmadı, ama apartmandakilere ne dikiş, nakışlar, örgüler öğretmiştir. Annem de ne çok şey öğrenmiştir O’ndan.
Az kulağı çınlatılmadı apartmandan taşındıktan sonra bile. O da dikiş dikmeyi ablalarından öğrenmişti. Ağabeyleri sokakta oynayıp gezerken, babasından dayak yememek için evden çıkmaz, ablalarıyla beraber oturur, dikiş dikmekten teyel sökmeye kadar her şeyi yaparmış. Kendi kostümlerini diktiğini, yaratıcılığı ile kendi aksesuarlarını yaptığını biliyorum. Yastık kılıflarını işlerdi. Perdelerini kendi dikerdi. Kanaviçe işlediğine şahidim. Hem de ne büyük titizlikle.
Elleriyle tablolar da işlerdi. Her bahar tüm pencere çerçevelerini kendi boyardı. Camları her daim gıcır gıcır, tertemizdi. Evinde, sehpasında, masasında tek toz tanesi görmek mümkün değildi. Mutfağı, banyosu her zaman tertemizdi. Tertipli ve nizamlıydı. Bacak bacak üstüne atıp otururken asaletini küçücük yaşımda süzdü beynim. Ropdöşambırı ilk onda tanıdım. Pırıl pırıl, tertemizdi hep. Ve çok güzel
Türkçe konuşurdu.
- Genç kız olduğumu ilk Seyfi amcanın sayesinde fark etmiştim. (Hayatta olsaydı “O ne biçim laf! Ne demek istiyorsun! Millet yanlış anlayacak!” diye Huysuz Virjin’ce paylardı kesin beni. Yeri dolmayacak. Yanıyorum...)
Yaşım on üçtü. Yani yıl 1983. Avşa Adası’ndan dönmüştük. Seyfi amca bizdeydi ve tatil fotoğraflarımıza bakıyordu. Esmerlerin karardığını, buğday tenli sarışınların bronz olduklarını da onun sözleriyle kavramıştım. “Yazın esmerler kara marsık gibi olur, sarışınlar bronz. Bronzlaşmak sarışınlara hastır.” demişti.
Tabii buğday tenli olanlar için geçerliydi bu. Beyaz tenliler için de “Ciğer gibi kızarırlar.” demişti.
Benim tek olduğum bir fotoğrafı uzun uzun inceledi. Dizimin biraz üstünde hizada denizde dururken çekilmiş bir fotoğraftı. Suya tam olarak girmemişim henüz. Arkamda da kıyıya bağlanmış bir tekne vardı. “Ayy!” dedi. “Apartman kapısının önünde voleybol oynayan küçük kız değil, bu basbayağı genç kız olmuş Fahriye Hanım! Vücudu ne kadar düzgün! Çok güzel bir kızın var, bahtı da güzel olur inşallah.” dediğini hiç unutmam. Annemin pek inanası gelmeyip elinden fotoğrafı alıp onay istercesine sormuştu. “Öyle mi diyorsun Seyfi Bey?” diye dikkatlice baktı fotoğrafa. Beyli, hanımlıydı hitapları. “Ayol kendi kızını görmüyor musun? Baksana biblo gibi maşallah… Artık bu kıza bağırıp çağırmayı bırakın! Büyüdü, koca kız oldu.” dedi. Ben biraz bağırışlı ortamda büyüdüm. Seyfi amca da birebir şahididir. Dedim ya, apartmandakiler olarak iç içeydik. Üzülürdü yediğim azar ve sopalara! Ağabeyleri babasından dayak yiyerek büyümüş. Babasından çok korkarmış ve dayak yememek için elinden geleni yapmış, evden bile çıkmamış. Sevmezdi sopa olayını. Kimse sevmez tabii ki de, ancak oturmuş bir gelenek mi, kültür mü, alışkanlık mı, nedir bilemem, ama hala var günümüzde sopa olayı!
Konuşmaya geldi mi karşıdırlar, ama atarlar sopa illa! İşin özü, büyüdüğümü, serpildiğimi ilk Seyfi amcanın bu sözleriyle kavramıştım. Daha sonra defalarca o fotoğrafa gizlice bakmışlığım vardır. Kendimi beğenmeyi ilk o fotoğrafımla öğrendim. (Canım benim, nur içinde yatsın... Yanıyorum...)
Pembe beyaz, iki renkli bir bikiniydi. Üstü askısız, bir tarafı pembe, bir tarafı beyaz, ortası da fiyonkluydu. Altı da verevine, yarısı pembe, yarısı beyazdı. Fiyongunu da tek kasık tarafına oturtmuşlardı. Hiç unutmuyorum. Ve saçlarım da ilk defa kısaydı. Yedi numaralı dairedeki Narin ablama özenip de kestirmiştim. Ne iyidir o da. Kopmadı hiç bağımız onunla.
Bu arada mahalledeki çocuklarla apartmanın önündeki avluda voleybol oynardık. Gürültümüzü siz tahmin edin! Seyfi amcanın arka oda penceresinin tam altına denk geliyorduk. Bir kez olsun azarlayarak kovalamamıştır bizi. En dayanılmaz hale geldiğimizde pencereden başını uzatır, lütfenli kibar ses tonu ile ara vermemizi “rica” ederdi.
- Sanırım sene 1985 ya da 86... Deli gibi Michael Jackson aşığıydım. Harbi âşıktım ama! Hayallerimde Los Angelas’a kaçardım. Ne aktarmalarla seyahat ederdim kafamda; uçak, tren, otobüs! Ve sonunda Michael’ın Beverly Hills’teki şato’vari evinin önünde bulurdum kendimi. Bahçesinde maymununu, tek gözü siyah, ne model olduğunu bilmediğim kısa bacaklı o meşhur köpeğini, lamasını görüp sessizce içeriye süzülüverirdim. Kat kat, oda oda Michael’ı arar, nihayet açık penceresinde uçuşmakta olan tüllerin olduğu şahane bir yatak odasında masumca uyurken bulur, sessizce izlerdim onu. Sayısız kere gitmişliğim var
Michael’ın evine! Hep uyurdu. Vay be! Harbi geçmişe gittim! Seyfi amca Amerika’ya gidecekti. Sanırım gitmeden on gün evveldi, bize uğradı. Amerika’ya gideceğini duyunca “Seyfi amca, ne olursun bana Michael’la ilgili bir şey getirir misin?” diye yalvarmıştım. “Tabii... Mesela ne istersin, ne getireyim?” diye sorunca da “Nesini bulursan.” demiştim. Arsız çocuklar gibi bir şey istediğim için annem çok kızmış, kaşlarını çatmıştı. Seyfi amcanın “Nesini bulursan al.” deyişime verdiği yanıtı buraya yazmayacağım ama! Ben Seyfi amcadan istemiştim, ama isteğime Virjin teyze yanıt vermişti. (Yeri nasıl dolar bu insanın! Dolmaz tabii! Yanıyorum...)
Ve seyahat dönüşü üzerinde Michael Jackson’ın fotoğrafı olan kolsuz, gri bir tişörtle gelmişti. Sevinçten çıldırmıştım. Hiç unutmam. Üzerimden çıkartmadığım bir tişörttü. “Üstünde paralansın.” derler ya, aynen öyle! Üstümde paralandı.
(Kalbim yanıyor...)
- Büyüdükçe bazı şeylerin değişimi ile tanışır oldum. Taşınmalar, vefatlar.
Dört numarada melek gibi bir kadın otururdu. Sabahat teyze. Nurda yatsın. Taşınıp gitti ve yerine bir cadı geldi. Hayal dünyamda kayboldum sanılmasın, burada gerçek bir cadıdan bahsediyorum! On dörttüm sanırım. Üç yabani sokak köpeğini evcilleştirip bahçemize getirmiştim. Bu üç masum canlı aylarca bir uğraşın sonunda evcilleşip bizim bahçemize taşındı. Hiçbir zararları yoktu. Bütün gün yan gelip yatıyorlardı. Bir Cumartesi günüydü, hiç unutmuyorum bunu da.
Kapı zili çaldı. Izbandut gibi iki adam gelip izin bile almadan bahçeye çıktı. Her şey çok seri gelişti. Çocuktum. Bugünkü ben olsaydım, abartısız katil olurdum. Üç köpeğimi de tüfekle iğne atarak zehirlediler. Çığlık kıyamet yırtınıyordum.
Kıyametime balkona çıkan Seyfi amca da hızlıca olanlara şahit oldu. “Yapmayın! Günahtır!” dese de ne sözle ne hareketle müdahale edilebilecek bir fırsat olmayacak hızda gelişti her şey. Annemle babam çalışıyordu ve bizimle anneannem ilgileniyordu. Yaşlı kadındı, o da ne olduğunu anlayamamıştı. Kötü adamlar görevlerini tamamlayıp giderken dört numaradaki cadı kadın da balkonda olanları izliyordu. Anneannem “Birisi köpeklerle ilgili şikâyette bulunmuş. Zehirlemeye gelmişler.” dediğinde kadın büyük bir keyifle “Ben şikâyet ettim!” diyebildi. İşte o an, onun bir üst katında olayın şokunda Seyfi amcanın yüz ifadesini unutamıyorum. Sessiz kalamadı. Buz gibi bir sesle “Çok büyük günah bu.” diyerek balkondan içeri girse de, bakışı on katı sözler barındırmıştı. Yüreğini bir başka anlamda daha tanıdığım andı bu.
- 80’lerde birçok gazetede “Ahu Tuğba’nın aslanı var.” diye haber çıkmıştı, vardır belki hatırlayanlar. 83 mü, 84 mü, o sıralar. Bizim de Panço adında krem rengi bir Meksika kurdumuz vardı. Seyfi amca bütün muzipliğiyle bir koşu bize geldi ve gazetecileri çağırıp mizahi anlamda Ahu Tuğba’nın aslan haberine karşı Pançomuzla haber yapmak istediğini söyledi. Belki de 82 yılıydı, çünkü hatırladığım kadarıyla daha yaşını bile doldurmadığından tuvalet terbiyesi tam oturmamıştı. Seyfi amca da nasıl titiz bir adam, öyle böyle değil! Derken gazeteciler geldi. Panço’yla Seyfi amcanın dairesine çıktık. Kare kare fotoğraflar çekildi, yerlerde yuvarlanıldı, koltuklara oturtuldu ve bizim Panço küçük tuvaletini laylaylom halıya yapıverdi! Dışından belli etmedi, ama içinden Seyfi amcanın bittiği andı, bundan eminim. Annem temizlese de, biliyorum ki onun içine sinmemişti. İş bitip de biz çıktıktan sonra kesinlikle halıyı kırkladığına yüzde yüz eminim! Hangi gazeteydi, hatırlamıyorum, ama aslında aransa kesin arşivlerden çıkar. “Ahu Tuğba’nın aslanı olur da benim olmaz mı? İşte bu da benim aslanım!” gibilerinden bir haber yapılmıştı.
- Yıl 1983. Eylülün ikisiydi. Annemin doğum günü zehir olmuştu, oradan hatırlıyorum. “Duydunuz mu, sevgilisi Feri’yi vurmuş!” diye Seyfi amca sabahın çok erken saatinde telaşla geldi. Daha gazete ve ekmek gelmemişti ki haberimiz olsun. Feri teyzenin öldüğünü Seyfi amcadan öğrendik. Feri Cansel. Dünya iyisi bir kadındı o da. Ve çok da inançlı… Seyfi amcanın yakın arkadaşıydı. Vurulduğu gece olay olmadan önce o da onların evindeymiş. Bir üst caddede oturuyordu Feri teyze. Kıyamet kopmuş olsa da hiç anlamadık, çünkü gürültüsü, olayı boldu mahallenin. Çok üzülmüştü, kahrolmuştu. Çok da korkmuştu. O çıktıktan biraz sonra olmuştu olay.
- Zeki Müren ve Kadir Has’la okul arkadaşı olduğunu anlattığını hatırlıyorum.
Ama onlar yaşça O’ndan büyük olduklarından üst sınıftaymışlar. Birkaç defa bir şeyler yapsalar da fazla samimi değillermiş. Yıldızları pek barışık değilmiş yani. Aşk yarası vardı bir de. Benimle konuşmuş olduğu bir konu değildi bu tabii. Annemden duymuştum bunu. Bir kızı çok sevmiş ama memur maaşı ile kızına bakamaz diye vermemiş babası. Küsmüştü aşka. O kadar çok sevmiş ki onu, arkadaşlıkları olsa da başka birini sevememiş bir daha. O sevdiği hayatta mıdır, bilmiyorum. Büyük ihtimal değildir. Öyleyse, şimdi kavuştu.
- Belirli aralıklarla bazı pazarlar ya biz Ataköy’e halamlara giderdik ya onlar bize gelirdi. O pazar ise ilk defa apartman girişinden değil de, bahçeden girecekleri tutmuştu. Bizim dairenin üç bir yanı bahçeydi. Leb-i derya olmasa da salon ve yatak odası deniz görürdü. Kızkulesi’ni tam, Boğaziçi Köprüsü’nü kısmen görürdük. Üsküdar tam karşımızdaydı. Üst katlardan itibaren adalar da görünürdü.
Halamlar bahçeden girip salonun önünden geçtiler. Eve girebilmek için mutfak tarafına dönmeleriyle bizim kurt Panço kulübesinden fırladı. Enişteme hırlayarak hamle yapmasıyla dalyan gibi adam korkudan kendini gül ağaçlarının üstüne atıverdi. Her yerine diken batmıştı, üstü başı da mahvolmuştu. Seyfi amca da tam o sırada pencereden şahane boğaz manzarasına bakıyormuş. Olayı görünce telaşlanıp “İyi misiniz beyefendi?” diye sormuş. Sonra da merak edip bize gelmişti. O’nu da soframıza davet ettik. Seyfi amca halamlarla ilk defa tanışıyordu. Eniştem boylu boslu, bıyıklı, yakışıklı bir adamdı. Seyfi amcanın olduğu yerde muziplik tabii ki tavan olduğundan halama da, enişteme de bayağı bir sataşmıştı. Huysuz Virjin halleriyle enişteme yaptıklarını unutamam. Karadenizliydi. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Durmadan halamdan ya su ya temiz çatal istiyor, bir bahaneyle onu mutfağa yolluyordu. Annem “Ben getiririm Seyfi Bey.” dese de ona “Sen otur! O getirsin.” diyerek halamı sofradan kaldırıp mutfağa gönderip duruyordu. Enişteme sarmıştı. Tabii tamamen şakaydı. Çok gülüp eğlenmiştik. Ama eniştem sofra boyunca yüzü kızarmış vaziyette oturmuştu. O kızardıkça Seyfi amca daha da sataşıp durmuştu ona.
Nice sabah kahvaltılarımıza eşlik etmiştir Seyfi amca. Sohbeti mükemmel, esprileri olaydı. Ve hep kibar… Doyulmaz bir insandı O. (Yanıyorum...)
Hayat andır. Anıdır. Rakamsal bakıldığında aslınsa Seyfi amcanınki sıralı bir ölüm sayılıyor. Tabii ki daha uzun yıllar yaşamasını çok isterdim. Eminim bunu herkes isterdi. Ama bir yandan düşünüldüğünde yaş seksen sekiz. Her ne kadar sağlık sorunu olsa da kendini bırakmamış, sızlanmamış, uzun, güzel, dolu dolu ve dahası tam bir insan gibi yaşamış. Çok sevilmiş. Sayısız seveni var. Hiç kötü bir haberi yapılmamış. Gayet mütevazı bir hayatı olmuş. Huysuz Virjin kimliği ile ne kadar cazgır bir kadınsa, Seyfi Dursunoğlu olarak bir o kadar efendi, uysal bir adamdı. Yıllarca halkını huysuz bir kadın olduğuna inandırmış ancak özel hayatında son derece beyefendi, naif ve centilmen bir insandı. Sahnede sert, kimseye taviz vermeyen bir karakterken, evinde misafirine hürmette kusur etmeyen dostlarını baş tacı eden bir kişiydi. Bu ülkede böyle bir karakteri canlandırıp, bu derece saygı duyulan bir insan olmak hiç de kolay değilken, O, dar, geniş, her vizyondan kişiye Huysuz Virjin’i kabul ettirmeyi başarmış, sevdirmiş, bu tiplemesiyle yediden yetmişe herkesi güldürmüş. Sanatında tek isim olmuş, hayattan boş değil, dopdolu geçmiş, giderken bile ardında iyilik bırakmış bir insan.
Keşke herkes onun kalbi gibi yaşamayı başarıp da dünyadaki yaşamını tamamlayıp gidebilse. Şu anda her bir kişi için insan olabilme adına ne büyük ve gerçek bir örnek. Gösteri sahnesinde de, dünya sahnesinde de takdire şayan başarı ve takdir sahibi, Allah’ın tertemiz ve sevgili kulu. Kırgın olsa da, kıranı da kırmış değil bu arada. Kırgınlığı kimi zaman sözlerinden anlaşılıyordu, kimi zamansa gözlerinden okunuyordu. Efendi olunca saldırgan ya da kavgacı olmuyor işte insan! Asil bir beyefendiydi. Virjin’di huysuz ve cazgır olan ki mesaj depolu bir kadındı Huysuz da.
Tam olarak kaç yılıydı oturduğumuz apartmandan taşınıp Çengelköy’e gitti, bunu hiç hatırlamıyorum. Sadece çok üzülmüştük, çünkü çok değerli bir komşu gitmişti bizden. Ve ansak da, hiçbirimiz ekran dışında O’nu bir daha hiç görmedik.
Bu neden, bunu da hiç bilmiyorum. Ta ki 2008 yılında ATV’de yayınlanan anlaşmalı olarak katıldığım Huysuz’la Görücü Usulü programına kadar, ben de.
Ekim ya da kasımdı. Programın altıncı bölümüne o zamanki ajansım tarafından gönderilmiştim. Seyfi amcayı görebilme heyecanı ile uça uça gitmiştim. Ve ona özel baskısını yaptırdığım akrostiş bir şiir yazıp hediye etmiştim.
Huylu mudur, huysuz mudur, gerçekte nedir bilinmez
Uslu olmadığı da aslında pek göz ardı edilemez
Yerine yoktur bir eşi benzeri, zordur geçilemez
Sahnelerde onun gibi de fırtınalar estirilemez
Uzun yıllar var ki Virjin gönüllerden silinmez
Zamanın tek ismidir O, bu da inkâr edilemez
Virjin, tutturdu da tutturdu “Katina’nın elinde makası”
İnletti ortalığı “biçemez” dedi de dedi, çekildi onca afra tafrası
Ritmine, dansına, şovuna hayranız; farklıdır kendine has o hoş edası
Jeneriği bile güldürmeye yeter, delirtir herkesi sattığı nispet dolu cakası
İyi de bir terzidir, gözünden kaçmaz ola ki birinin eğri büğrü ise yakası,
paçası
Ne güzeldir Huysuz Virjin’in çılgın şovları; kalmaz izleyenin ne bir derdi ne
de tasası
Çekim sonrası üstümü değiştirir değiştirmez yetkili birine kendimi tanıtıp, oraya kadar gelmişken kendisini görebilme ricasında bulundum. Normalde çekim sonrası büyük yorgunluktur. Üstelik de gecenin bir yarısı olmuştu. Ama O derhal kulisine kabul etti beni. Bunu da asla unutmam. Ve saatlerce konuştuk. Servisle gelmiştim, ama taksiyle döndüm. Saatler süren bir sohbetti ve açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Mahallemizde hatırladığı kim varsa sordu. Apartman komşularını da… Babamın vefatına çok üzülmüştü. Sonra dairesini sattığı Sıtkı amcayı sordu.
Onun da vefat ettiğini duyunca hem şaşırdı hem üzüldü. Benim neler yaptığımı, oraya nasıl geldiğimi sordu. Ajans aracılığı ile olduğunu söyledim. “Sırf seni görmek için geldim Seyfi amca.” dediğimde “Canım benim. Çok memnun oldum.” deyip sarılmıştı bana. Neler yaptığımı anlattığımda çok takdir etmişti. Müthiş cesur bulmuştu beni. Kocaman bir aferin aldım O’ndan. Anı anına hatırlıyorum o anları.
Çok özel bir insandı. Bir daha altını çizmek istiyorum, çok insan’dı O. Daha da geç olunca bir araç ayarlayıp yollamak istedi, ancak ben aracım olduğunu söyleyerek yiğitlik yaptım. Ev telefonunu verdi ayrılırken. Birkaç bayram, yılbaşı dışında aramadım. Bir defa da adresini istemek için aramıştım.
Kitabımı yollayacaktım. Kitabı okuduktan sonra o beni aradı. Uzun uzadıya kritiğini yapmıştı. Yıl 2013.
Güldürü ustası olmak ayrı meziyettir. Zekâ ve ustalık mühim bir kabiliyet… Bir kahkaha starıydı o. Güldüre güldüre yaşadı. O’nu unutmak imkânsız… Bu ülkede şovlarıyla devrim yapmış bir sanatçı, gönlü güzel, mert insandı. Sadece bedenen aramızda olmayacak. Gerisinde bıraktıkları ile O ölümsüz. On sekiz yıl boyunca memurluk yapmış ve daha sonra memur olmayı reddedip sanatçılığıyla efsane olmuş bir isim. Sessizce gitti. Hem de çok sessiz. Gidişiyle Türkiye yasa boğuldu. Herhangi biri değildi O. Ne yaptığı mizahı ne sarkazm sanatını yapabilecek kimse olacak bir daha. Eğlence amacıyla, ama altında da dolu dolu toplumsal hiciv barındıran, kadın kıyafetleri giyip karikatürize kadın davranışları sergileyen tek erkek Drag Quenn sanatçısı olarak kalacak. Her ne kadar çoğu kişi bu sanatçıları eşcinsel olmakla karıştırsa da, Drag Queen’lik bir sahne şovu ve bir sanat türüdür. Gerçek bir yıldızdı O. Bu dünya için seçilmiş insanlardan biriydi.
Canım çok yandı gidişine... Hasrettim. Şimdi sonsuza dek özleyeceğim. Amerika’dayım. Cenaze töreninde bulunmayı istedim, ancak pandemiye bağlı olarak doktorum Heidi Vorac henüz uçakla seyahat etmemi sağlıklı bulmuyor. Bu da ayrı oturuyor içime. Kalbimle orada olacağım. Tüm kalbimle.
Evinde çalışan emektarlarına ev aldığı, birçok üniversite öğrencisine burs verdiği de söylendi. Nasıl yüce bir gönül… Üzerinin toprakla kapatılmasını istemedi.
Sanatından ve izleyicilerinden kazandığı bütün mirasını birçok insana yardım için kullandı. Bankadaki parasını ve evini ÇYDD’ye, vücudunu da tıp öğrencilerine bağışladı. Tıp fakültesi öğrencileri vücudundan istifade etsin istedi. Nezaketi asla unutulmaz. Ardında onu seven dünya kadar insan bıraktı. Saba Tümer’e konuk olduğu programda “Beni görmediğiniz zaman da sevin.” demişti. Seni çok, ama çok sevdik ve hep çok seveceğiz.
Bedenini tıbba, trilyonlarını Çağdaş Yaşam’a... Gel de böyle bir yüreği yolculamaya üzülme! Sen yaşamın boyunca insanlara cennet oldun, şimdi ahrette kendi cennet mekânındasın. Ne mutlu sana. Cennetinde huzur içinde istirahat et.
İnsanlığın Seyfi Dursunoğlu’su, Türkiye’nin Huysuz Virjin’i, benim Seyfi amcam;
Burada herkesi güldürüp eğlendirdin.
Şimdi gittiğin yerde sen çok eğlen emi...
Ülkü Gözen Stewart
İsmail Dümbüllü sok. Güreli apt. Daire: 1