Mekânkoli
Dünyada iyileştirilecek o kadar çok şey var ki: İnsan, hayvan, bitki, toprak dahil.
Merhaba, nasılsınız? Sizin de kendinizi böyle zaman zaman... Eskiden melankoli derlerdi, işte öyle bir iş akışının içinde, hayatın koşuşturmacasında, kendi başınıza kaldığınızda, hafif afallamış bir şekilde bulduğunuz oldu mu? İşte benim de öyle anlarım oldu. Hepimiz insanız ve bazen hayatla, işlerimizle, ailemizle ilgili en güzel şeyleri yaşıyoruz. Bazen de bizi düşündüren, hüzünlendiren şeyler yaşıyoruz. Çünkü güvenle doğduğumuz bu dünyanın aslında hiç de güvenilmeyecek bir yer olduğunu fark ettik. Bunu anlamak için benim yaşlarıma gelmek lazım. Gerçekten öyle. Bunu erkenden fark eden var mı bilmiyorum ama çoğunlukla pek yok olduğunu gözlemliyorum.
Öğrencilerim çok genç ve onları gözlemlediğimde, onlarla konuştuğumda, benim o hallerimi görüyorum. Mesela, "Aslında aşk yerine tutku" diye söze girdiğimde, red dolu bakışları görüyorum. Bu beni güldürüyor ve "Hayır, hayır, asla sizlerin hayallerinizi yıkacak konuşmalar yapmayacağım. Çünkü bir musibet, bin nasihatten daha iyidir" diyecek oluyorum, sonra vazgeçiyorum.
Ben şunu öğrendim: Nesiller değişse de duygular aynı. Elbette zekâ ilerliyor, bilgi çok yoğun ve hızla artıyor, ancak duygular milyonlarca yıldır aynı. Yaşadığım hayat, atalarımın tamamlayamadığı ve benim yeni öğrendiklerimle şekillendirdiğim bir hayat. Şimdilik böyle yaşamayı seçtiğim için böyle yaşamaya devam ediyorum. Sen de öyle... Çünkü etrafa baktığımızda birçok hayat, birçok yol var. Sadece artık o çocuksu ama büyük cesaretimiz yok. İçinde bulunduğumuz hayatın iyiliklerini görmeye çabalamak gibi bir teori geliştiriyoruz. Eğer bulabilirsek, zaten kalıyoruz. Bulamazsak, ya akıllıca davranıyoruz (ki bu yüzde kırk falan), ya da aptalca davranıp yine birilerine güvenerek yanlışlar yapıyoruz.
O harikulade beyinlere sahip çocuklarımızı okutmamız çok önemli. Özellikle kırsal kesimlerde, kalıplaşmış düşünceler, ailelerin getirdiği kalıplaşmış sistem ve bilgiler çocuklarımızın kafasında yerleşiyor ve kemikleşiyor. Nedir bu? Okul yok, evlilik var; özellikle kızlar için. O bilgilerle yaşayan erkek çocuklar için de evlilik çok daha önemli. Hani bir an önce evlensinler de çoluk çocuğa karışsınlar diye. Sonra bu çocuklardan bazıları ileride bir gün ailelerini de alıp büyük şehirlere geliyorlar, hatta yurt dışına çıkıyorlar. Yine onlar şanslı, çünkü onların çocukları büyük kentlerdeki yaşamı görünce biraz daha şanslı olabiliyor, en azından eğitim açısından. Bazıları da hakikaten köyün sınırındaki duvarı geçmemeye hâlâ özen gösteriyorlar, özellikle kadınlar.
Benim Orta Anadolu'da bir köyde yapmış olduğum bir sınıf filmi çekimlerinde, konuştuğum 38-39 yaşlarında bir anne, "Ben köyün sınırından bir adım ileri atmam" demişti. O sırada yanımıza gelen 15 yaşlarındaki kızına, "Ama sen gidersin, değil mi?" diye sorduğumda, ondan aldığım cevap da annesinin aynısıydı: "Hayır, ben de asla o sınırı geçmem." Ve bu kadınların kocaları, babaları, erkek kardeşleri büyük şehirlere gidip ticaret yapıyorlar. Köyde de beş tane ev vardı, bir de değirmen. Orada un yapıyorlar, sonra büyük kentlere satıyorlar.
Ve bu ülkede, sınırlarının ötesine çıkamayan bu kadınların önüne, bu kızların önüne internet koyduk. Düşünebiliyor musunuz, çığır açmayı? Ama atlarken düşüp bir taraflarını incitenler, hayatını kaybedenler de var. Çünkü güm diye internet ve özgürlük. Okutmadan, geliştirmeden, o köylere okul yapılmadan, internet. Facebook, Instagram, TikTok ve sonra ortalık, köyün sınırını geçemeyen o bazı kadın ve kızların kendini hiç tanımadıkları adamların kucağında bulmasıyla nihayetleniyor ve binbir pişmanlık maalesef.
Geçenlerde izlediğim bir televizyon programında genç bir kız dedi ki: "İnsanlar okuyorlar da ne oluyorlar?" Ona sunucuyu örnek gösterdiler ve dediler ki: "İşte bak, okuduğun zaman böyle oluyorsun. Tüm Türkiye'ye, tüm dünyaya hitap edebiliyorsun. Bir takım zorluklarla mücadele edip, başka insanların hayatına dokunup onları iyileştirebiliyorsun." Sadece programcılıkla mı? Hayır, tabii ki. Dünyada iyileştirilecek o kadar çok şey var ki: İnsan, hayvan, bitki, toprak dahil. Hastalanınca iyileştirmek. Pek çok akıl hastalığına ve bedensel hastalığa müziğin iyi geldiğini, bir kitabın insanları iyileştirdiğini, içinde verdiği mesajlarla bir romanın, bir şiir kitabının, şiir yazmanın, yazılar yazmanın iyileştirici gücünü hepimiz biliyoruz.
Bilgimiz oldukça fikrimiz oluyor ve birçok konuda söz sahibi oluyoruz. Ne güzel! Ve "İnsanlar okuyor da ne oluyor?" diyen kız o kadar güzeldi ki, ancak cehaleti sonsuz bir şelale gibiydi. Şelale güzeldir ama içine dikkatli ve bilgili girmediğin zaman, alır götürür, yok eder.
Nereye gidersek gidelim, kafamızı yanımızda götürüyoruz. Nereye gidersek gidelim, o sıfırla on yaş arası yaşadıklarımız beynimizin bir tarafında, kafamızı kurcalıyor da kurcalıyor. Ve böylece hayatımıza yön verirken iyice kafa karışıklığı yaşıyoruz. Bugün eğer doğru kullanabilirse kafasını, çok şanslı bir nesil yetişiyor. Biz de şanslıydık. Evimize kitap girdi, büyük ansiklopediler girdi, radyo vardı, televizyon girdi. Şimdiyse dünyada istedikleri yeri ayağına getirebilirler, oturdukları yerden sohbet edebilirler. Ve yineliyorum, eğer bu şansı iyi kullanabilirlerse, "internet çağındayız." Çünkü internette birçok bilgiye ulaşılabiliyor. Bunların doğrusunu bulabilmek, kendini geliştirebilmek, merak etmek ve öğrenmek çok önemli. Hatta hayatın kuralı bu: Merak etmek. Merak ettikçe zekâ ilerliyor, öğrendikçe zeka ilerliyor.
Hani o sınırda zekâlar var ya, ya da birtakım engeller yüzünden muhakeme yeteneğini kaybetmiş olan yetişkinlerimiz, çocuklarımız... Onlar şu açıdan farklı: Onlar da öğrenir, öğrenir, öğrenir, ama bir yerde dur işareti ile karşılaşırlar. "Dur, öğrendiğin her şeyi unut ve güdülerine göre yaşa." Bu şekilde doğmuş olan insanlar var. Ben önce çocuklar demek istiyorum. Çünkü bizler hâlâ çocuğuz. Evet, büyüyoruz ve insanız. Evet, insan olarak doğarız, ama o çocuk halimizi hiçbir zaman kaybetmiyoruz. Kaybetmeyelim de, bu durum çok daha iyi. Çünkü çocukken cesurduk. Çünkü çocukken doğruyu söylerdik. Çünkü çocukken de çok akıllıydık. Ve çünkü bizler çocuk olarak sevmeyi ve sevilmeyi isterdik. Keşke çocukken ki duygularımız hep kalabilse.
Büyüdükçe yalanı öğreniyoruz, çünkü bizi korkutuyorlar. Büyüdükçe büyüklerden daha akıllı olduğumuzu belli etmemeyi öğreniyoruz, çünkü o zaman bizi susturuyorlar. Çünkü insan maalesef büyüdüğü zaman kendini bir tanrı gibi görüyor neredeyse. Her şeyi o bilir, her şeyin denetimi ondadır, her şeyi o ayarlar gibi. Bana şimdi "Hayır, hayır, canım, olur mu öyle şey?" diyenler olacaktır. Bazen de yanlışlar yaparız, ama sonra da onların kendi doğrularımız olduğunu düşünürüz. Dolayısıyla da onların yanlış olmadığına inanırız.
Zekâ, akıl sadece iş hayatında değil, ev hayatında da başarılı olmaktır. Arkadaşlarla ilişkilerimizde de başarılı olmaktır. Özel yaşamınızda da başarılı olmaktır. Ben kendimden biliyorum, çevremden biliyorum. Ne okullar okunmuş, işlerin başındalar, patron olunmuş, çalıştıkları yerde kariyerlerinde çok başarılı olunmuş. Onlara bir de aileleriyle yaşarken bakın. Zaten en güzel örnek, ileri yaşlarda büyüdükten sonra, yani işinde çok başarılı bile olsa insan, evinde maalesef başarısız olmuyor mu?
Ve hayatta başarılı olmak için, işte ve özel hayatta istediğimiz işi ve istediğimiz mutluluğu önce biz yaratmalıyız. Kimse bizim için bir iş ve bizim için bir mutluluk yaratamaz. Çünkü herkesin becerisi, bilgisi, mutluluk anlayışı, işteki potansiyeli başkadır. Ne yapabileceğimize, nasıl yaşayabileceğimize ancak biz karar verebiliriz.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşa, ama yarın ölecekmiş gibi ne yapmak istiyorsan yap. İyi şeyler yap, elbette sana yarayacak şeyler yap, seni yukarıya taşıyacak şeyler yap. Bekleyelim bakalım, ben neler yapacağım ve sonra neler olacak. İyisini de kötüsünü de yazacağım. Güzel günler diliyorum, sevgili okurlarım.